“HASTASIYIZ” DEDİRTEN İSİM: AYHAN SİCİMOĞLU

Türk Patent ve Marka Kurumuna yapılmış 5 adet marka başvurunuz var. ”Ayhan Sicimoğlu Hastasıyım”, ”Ayhan Sicimoğlu Yeşil Altın”, ”Ayhan Sicimoğlu’yla Renkler” bu markalardan bazıları. Size göre marka olmanın ve marka tescilinin önemi nedir?

“Hastasıyım” markasını bana avukatım hediye etti, aslında aklımda yoktu. Ama haklıymış çünkü “hastasiyim.com” alan adı da benimdi fakat nasıl olduysa bir başkası almış. Sanırım bu isi yapanlar, bazı adresleri alıp satıyorlar. Bir Türk firmasından almıştım bu adresi, başkasına geçtiğini öğrenince kendilerini aradım. “Biz size süreniz bitiyor diye e-posta gönderdik” dediler fakat bana böyle bir uyarı gelmedi. Herhalde başkasına satıldı. Böyle şeyler olabiliyormuş, o yüzden bir an evvel marka haklarını almak lazımmış. Ben de o vesileyle aldım markalarımı. “Yeşil Altın” diye bir zeytinyağımız var. Bana sorarsanız güzel de bir isim. Onu da İzmir’de marka tesciliyle ilgilenen bir arkadaşım aldı ve takip ediyor; süresi dolunca gerekli işlemleri yapıyor ya da başkası bu markaya benzer bir başvuru yapmak istediğinde itiraz işlemlerini yürütüyor. Birkaç markam daha var tabii ama direkt ben takip edemiyorum yoğunluğum dolayısıyla. Menajerim ve marka haklarımı takip eden arkadaşlarım beni gerekli işlemler için yönlendiriyor. Özetle marka tescili önemliymiş, ben de çevremde bu konuda bilgi veren kişiler sayesinde ve başıma gelen bazı olaylar nedeniyle öğrenmiş oldum.

”Marka tescili önemliymiş, ben de çevremde bu konuda bana bilgi veren kişiler sayesinde ve basıma gelen bazı olaylar nedeniyle öğrenmiş oldum.”

Ayrıca başarılı bir zeytinyağı markanız var. Sanatsal başarınıza girişimciliği eklemeye nasıl karar verdiniz? Markanızın hikayesinden bahseder misiniz?

Hep zeytinyağıyla ilgili bir iş yapma fantezim vardı. Bir İtalyan arkadaşım “yapamazsın” dedi. Zeytinyağı üretiminin her sabah kalkıp o toprağa basmadan ve işlediğin meyveyle birebir ilgilenmeden imkânsız olduğunu düşünüyordu. Çünkü o toprakta yasamak gerekiyor. İstanbul’da ya da bir başka yerde yasayıp “benim zeytinliğim var” demekle olacak bir is değil. Bu nedenle biraz ertelemiştim. Sonra zeytinyağı üzerine bir konuşma yaparken çok sempatik bir aileyle tanıştım. 65 bin ağacı olan Akhisarlı bir aile. Fabrikalarını ziyaret ettim, bayıldım. Pırıl pırıldı. İhracat yapıyorlar. Ben de onların yanına ufak bir fabrika kurdum fakat ağaçlar benim değil, onların çünkü ben İstanbul’dan ağaçların bakımını sağlayamam. Onlar sulamasını, budamasını yani aralamasını yapıyorlar. “Aralama” zeytinyağı jargonunda “budama” anlamına geliyor. Ayrıca korumasını da sağlıyorlar tabii, zeytin hırsızları olabiliyor çünkü. Sıkma makinesi benim, şişeleme makinesi onların. Böyle bir ortaklık yaptık. Ben de kalkıp gidiyorum İstanbul’dan. Zeytin ağaçlarının altında kahvaltı ediyoruz birlikte, yumurtalar pişiriyoruz, örtülerimizi seriyoruz ve tüm çalışanlarla birlikte sofraya oturuyoruz. Sonrasında toplanan zeytinlerimizi kontrol ediyoruz, sıkıyoruz ve tadına bakıyoruz. Beğenirsek isliyoruz, beğenmediklerimizi ayırıyoruz. O kadar çok zeytinyağı var ki orada, hepsini tatmak gerekiyor. Sadece beğendiğim parti şişeye giriyor.

Orası çok büyük bir fabrika. Benim bir senede yaptığımı onlar bir günde yapıyorlar. Benimki onlar için biraz spor gibi. Yurt dışında beğendiğim zeytinyağlarını da onlara getiriyorum mesela, birlikte tadıp inceliyoruz. Yakalamamız gereken yeni tatlar keşfediyoruz. Ortaklarım, Türkiye’deki butik zeytinyağcılığın bası olduğumu söylüyor. Ben kendimi övmek niyetinde değilim ama kendilerinin yorumu bu. Ben özel bir zeytinyağı yapıyorum. Mesela her zeytinyağı ısınmaz, yemeklik değildir. Kasıkla içilir ya da hafifçe salatalara dökülür. Ben öyle bir yağ yapıyorum.

Ayhan Sicimoğlu ismini ileride farklı alanlarda yeni markalarla görecek miyiz?

Evet, bir projem vardı beklemeye aldık. Zeytinyağının yan ürünlerinden doğal sabun, şampuan ve kimyasal içermeyen deterjan yapmayı düşünüyorum. Daha doğrusu olması gerektiği kadar kimyasal olacak. Bazı kimyasallar olmadan sabun yapamazsınız çünkü. Fakat yüzde yüz doğal zeytinyağı olacak içinde. Atılacak ya da çürük zeytinyağı kullanmayacağım. Zeytinyağı bazlı likit ürünler yapmayı planlıyorum. Biz ülke olarak ciddi anlamda zeytin yiyoruz. Kahvaltılarımızda koca bir tabak zeytin çekirdeği çıkar. İtalyanlar falan o kadar yemez mesela. Bu zeytin kültürüne rağmen Türkiye’de atılması gereken zeytinlerden yağ yapılıyor. Dolayısıyla zeytinyağı bazlı yan ürünlerde de belli bir kaliteyi bulmak çok zor. Ben ele alacağım bu isi, kalitelisini üretmek istiyorum. Bir nevi şövalyelik diyebiliriz.

Yine tescilli bir slogan olan “hastasıyım” sözünüz herkesin dilinde. Peki sizin hastası olduğunuz mutfak hangi ülkenin mutfağı, özel olarak hiç bıkmadan yiyeceğiniz bir yemek var mı?

Ülkemiz bence dünya mutfakları arasında en iyisi olup en az tanınanı maalesef. Mesela üzerinde “Greek Yoghurt” yazan üründen milyarder olan biri var. Fakat bunun üzerinde “Turkish Yoghurt” yazsak bu kadar satmaz. Çünkü Greek deyince bir “mitoloji” fikri akla geliyor, tanıtımları da müthiş. Belki de Türkler kendini bu kadar iyi tanıtamadı. Bu yüzden ise sıfırın altında başlıyoruz. Yunan mutfağı Türk mutfağına benzer fakat Türk mutfağı daha öndedir. Bunu sıkça söylüyorum; kötü yapılmış Türk mutfağına Yunan mutfağı denir. Hatta bir gün Fransa’da ünlü bir şefle konuşuyorum. Beni İtalyan sandı. Fransızcam biraz İtalyancaya çeker, sanıyorum İtalyancayı daha erken öğrenmemin etkisi bu. Ben de “Hayır, Türk’üm” dedim. Sasırdı ve Fransızca “Akdeniz mutfağının anasının evinden geliyorsunuz.” dedi bana. Tanıma bakın, “Akdeniz mutfağının anası” diyor. Fakat bunu herkes bilmez.

Mutfağın profesyonelleri biliyor ama insanlar arasında yaygın değil. En sevdiğim yemeklere gelince ilk sırada çiğ köfte var. Sonrasında Antep Lahmacunu var. Çiğ köftede Antep ve Urfa arasında net bir ayrım yapamıyorum. Ama lahmacunu Antep’e verdik madem, çiğ köfteyi de Urfa’ya verelim. Adaletli bir seçim olsun.

Bir gezgin ve bir dünya vatandaşı olarak değerlendirdiğinizde yeteri kadar hakkının teslim edilmediğini düşündüğünüz bir bölge veya bir yer var mı?

Var tabii ama çoğunu insanlar keşfetti. 30 sene evvel Peru’da Machu Picchu’ya ilk gittiğimde çok hoş bir yerdi. Ama su an kalabalık gezenler için limit getirilmiş. Yukarıya çıkmak için günde 3 binden fazla insan alınmamasına karar verilmiş. Bir diğeri Venedik. Müthiş. Bir de ülkemizde Alaçatı Ot Festivali var. Ben bıraktığımda 35 bin kişi geliyordu simdi 200 bin kişi geliyormuş.

Yunan Adaları, hastasıyım. Eskiden çok giderdim hatta tek Türk bayraklı tekne benimki olurdu ama simdi ne zaman gitsem birçok Türk bayraklı tekne görüyorum. Artık insanlar her yere gidebiliyor. Yalnız bazen insan gittiği yeri bozuyor da. Bana kızıyorlar ama bazılarına “Siz ne olur buraya gelmeyin.” filan diyorum, kızıyorlar. İnsan her yere gitmeli ama orayı batırmamalı. Ben otelden musluk çalan duydum. Çöpünü yerlere atan, havlu, çatal çalan… Bunları yapacaksan gitme.

Latin müziği denince ülkemizde akla ilk gelen kişilerden birisiniz. Müziğinden ilham aldığınız sanatçılar ya da gruplar var mı?

Var tabii. Üstatlar var, şefler var. Çoğu artık artık hayatta değil. Klasikleri daha çok seviyorum. Celia Cruz var. Héctor Lavoe var, onun parçalarını aranje ediyorum alıp. Ismael Miranda var, hala hayatta. Yenilerden ise Tony Succar diye bir çocuk var, müthiş. Benim gibi aranjör o da. Mesela Michael Jackson şarkılarını alıp Latin müziği yapmış, müthiş bir proje. Ondan esinlenmiyorum ama dinliyorum ve yaptığı isleri takip ediyorum. Simdi bir de kızım Ayşe ile ilgileniyorum. Ona yeni bir proje geliştirdim ve çok beğendi: Ayşe in Paris. Ayşe 13 sene Paris’te yasadı. Paris Konservatuvarı San Bölümü mezunu ve soprano. Birlikte bu proje için çalışıyoruz. Normalde benimle sahne almıyor ama daha önce Ankara’da bir AVM’ye bizi birlikte davet etmişlerdi. Ben AVM’nin gürültülü ortamında nasıl olacak diye endişelenmiştim. Neyse kabul edildi, sahne kuruldu. Ortam gürültülü. Ben sundum, Ayşe bir konser yaptı. Sahne boyunca kimseden ses çıkmadı gerçekten. Ankara seyircisinde bu bilinç var, kimse yerinden kalkmamıştı ve çok şaşırmıştım.

”Ankara seyircisi AVM ortamında bile yerinden kalkmadan kızım Ayşe’nin müziğini dinlemişti. O ilgiye ve sessizliğe çok şaşırmıştım. Ankara bugün böyleyse sebebi, Mustafa Kemal Atatürk’tür.”

Ankara’da devlet tiyatroları, operalar ve konserler her zaman tam kapasite oluyor. Seyircisi meraklı ve ilgili.

Neden biliyor musunuz? Çünkü Türkiye’de opera ve klasik müzik Ankara’da doğmuştur. O neden biliyor musunuz? Mustafa Kemal Atatürk sayesinde. Zamanında Atatürk klasik müzik, bale, senfoni orkestrası tohumlarını ekmeseydi Ankara simdi böyle olmazdı.

Gezgin, is insanı, müzisyen, radyocu, yayıncı, yapımcı ve marka sahibi gibi pek çok unvana sahip çok yönlü bir insansınız. Ayhan Sicimoğlu olarak siz bunlardan hangisi ile anılmak istersiniz?

Bunlara ben at yarışı diyorum. Bu sıfatlar yani atlar doludizgin koşuyorlar. Bitiş çizgisine gelindiğinde her yarışta bir başkası kazanıyor. Bazen sürpriz atlar oluyor hiç beklemediğin, son 100 metrede hızlanıp geliyorlar. Dolayısıyla su at hep birinci benim için diyemiyorum. Su an hangi at birinci diye düşünüyorum bu aralar, televizyon atı bayağı gerilerde kaldı. Kanalların durumundan ve “RTÜK kardeş”ten dolayı. Aslında RTÜK kötü bir şey değil ama RTÜK sopasından korkan bazı televizyoncular var. O yüzden hep “bunu yapma, sunu söyleme” gibi bir korku ortaya çıkıyor. Yolda yürüyorum mesela, program çekiyorum. Balık pazarında bir dükkânın adı görünmüş. Onun görünmemesi gerekirmiş. Ben kamerayı dükkâna “zoom”lamıyorum, o dükkânı anlatmıyorum ki; yürüyorum. Nasıl gizleyebilirim? Video düzenlemesiyle uğraşan arkadaşım tam dört gün dükkân ismi buzladı.

Bana ”sokakta çekmeyin” diyorlar, e nerede çekeceğim? Bu sebeple o at geride kaldı. Eğer bu düzeni tedavi etmezsek maalesef geride kalmaya devam edecek. Peki hangisi önde? Pist artık biraz engebeli, hipodrom taşlı. Baksanıza Covid tasları var, seyahatler duruyor. Dolayısıyla hangi atın yarışı önde bitireceği, hep o yarısın sonunda belli oluyor. Benim için de sürpriz bir mesele.

”Sahip olduğum unvanlar bana at yarısını andırıyor. Günün sonunda kimin kazanacağı hep belirsiz ve sonuç hep bir sürpriz.”

Ayhan Sicimoğlu hangi işe el atsa başarılı olmuş. Günümüz koşullarında ülkemiz gençlerine hayallerine ulaşmaları için ne tavsiye edersiniz, kendilerini geliştirmek için ne yapmalılar?

Merak, araştırma ve sebat. Bu üç özelliğe bir arada sahip olmak çok önemli.

Bence Türkiye’deki en değerli marka: Paşabahçe ve Kavaklıdere

En çok kullandığım marka: Opet

Bence yüzyılın icadı: İnternet

 

Röportaj: Zülal GEDİK

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir