ŞİFA VEREN MARKA: PROFSARAÇOĞLU

Modern çağın lokman hekimi olarak bilinen Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu, Türkiye’de başlattığı “sağlık için bitki” akımıyla toplumun doğal ürünler hakkında bilinçlendirilmesini asli görev olarak benimsemiş kimyager, akademisyen ve biyoteknoloji ve mikrobiyoloji uzmanıdır. Bitkisel olarak önleyici ve koruyucu tedavi kavramını ve yöntemlerini geliştirerek bu konuda ilklere imza atmıştır.

Doğal şifa vericiler ile ne zaman tanıştınız? Bitkisel tedavi öğretileri genellikle usta – çırak ilişkisi içerisinde ilerler. Sizde de böyle bir durum söz konusu mu?
Benim doğaya olan merakım 5-6 yaşlarımda başlamıştır. Çocukluğum Akdeniz Bölgesinde yer alan Kargı Pınarı köyünde büyük bir narenciye bahçesinde geçti. Limonların sarı, portakalların turuncu olduğunu görüyor ve bunun neden olduğunu merak ediyorum. Bunun cevabını da verecek olan kimdir; işçiler diye düşünüyorum neden çünkü sulayan onlar, bakımını yapanlar onlar. Benim bu sorumu işçiler babama iletmişler; “Mehmet Ağa senin oğlan
bize garip garip sorular soruyor biz cevap veremiyoruz.” deyince babam da “oğlum sabret, yakında okula gittiğinde bu soruların cevabını bulacaksın.” dedi.
Daha sonra lisede Avusturya Lisesi’nde yatılı olarak okumak üzere İstanbul’a geldim. Hiç unutmuyorum Prof. Dr. Deniz Gökçe’nin babası Prof. Sait Gökçe (kolejde okurken velim idi) bana bir mikroskop hediye etmişti. Çok heyecanlanmıştım fakat taş binanın içerisinde olduğumuzdan bir yaprağı bile zor buluyordum. Daha sonra okulun bahçesinde bulunan çınar ağacının yapraklarını inceledim, böyle böyle incelemeler yapmaya başlamıştım ve neticede köye döndüğümde bahçedeki bütün bilgileri toplayıp bu mikroskopta inceleme fırsatı buldum.

Bitkilerle tanışma konusuna gelince, her hangi bir ustam olmadı. Sadece aşırı merak. Tamamen mesleğimin doğru seçilmesi gerektiğine inandım, severek ve isteyerek kimyayı seçtim. Kimyasını bilmediğiniz hiçbir şeyi ne kullanabilirsiniz ne önerebilirsiniz ne de ondan faydalanabilirsiniz. Gençlerin meslek seçimleri konusunda şunu söyleye bilirim; Hobilerinizi, meslek olarak seçmeyin.

İşin özü makrokozmozda değil mikrokozmozda yani detayda. Zaten başarı da detayda saklıdır.


Kürler nasıl bir çalışma sonucu ortaya çıkıyor? Etkilerini, sonuçlarını nasıl gözlemliyorsunuz?
Bana en çok ışık tutan şey, bir ilacın prospektüsüdür. Orada kimyasal etkin madde yazar. Bu kimyasaldan yola çıkıp doğal olanı bulmaya çalışıyoruz. Önce hastalığın kimyasını anlamalısınız. Sonra bu hastalığın kimyasına karşı doğada hangi moleküler yapılar var bu artık sizin sanatınız. Burada gizli saklı bir şey yok. Bir molekül yapısına baktığım zaman onun nasıl etki edeceğini, nelere etki edebileceğini anlamak mümkündür. Ancak, bu noktaya gelene kadar edindiğiniz deneyimler çok çok önemli.

Bilim değişkendir. Size bugünün doğrusunu söyler yarın başka biri çıkar bambaşka bir yöntem geliştirir sizin kurduğunuz teoriyi tamamen yıkar. İnsanlara yıllarca süt için dediler şimdi ise sakın içmeyin diyorlar, neden? Çünkü mide kanserine sebep olan helikobakter pylori bakterisinin gelişimine ve çoğalmasına ortam hazırlıyor. Süt içmek bu konuda, hani kesin doğru idi? Demek ki bilim hiçbir zaman kesin doğru değildir. Bir ara dünya dönmüyor deniliyordu, hatırlarsanız 1450-1550’lü yıllarda Kopernik, Kepler, Galileo çıkıp dünya dönüyor dediler. Yüce Kitap 650’li yıllarda dünyanın döndüğü bilgisini veriyordu.

Unutmayınız ki gerek Kopernik gerekse Kepler aynı zamanda rahiptirler. Rahipler başka dinleri de çok iyi biliyorlardı. Dolayısıyla bu kişiler Yüce Kitap’tan haberdar idiler ve okumuşlardır. Çünkü, Yüce Kitabımızda gezegenlerden ve dönüş hareketlerinden bahseder.

Bilim size hiçbir zaman kesin doğruyu söylemez. Kesin doğru ise ilimdir. O asla değişmez.

İlim, yaratıcının yaratırken (musavvir) koyduğu kurallardır. Allah (yaratıcı) yaratırken, yarattıklarını belli kurallar çerçevesinde tasarlar, dengeler, kurar ve programlar. Tüm yaratılmış alemler belli bir program dahilinde hareket eder ve akıp gider. Yaradılışın kanunları vardır, o asla değişmez. İnsanlar bilimlerine (fizik, kimya, biyoloji, astronomi, tıp, matematik) o kadar çok güvendiler ki ilime saygısızlık etmeye başladılar, bilim ile her şeyi yapabiliriz, çözebiliriz diye düşündüler. Salt bilim ile yola çıkanlar bir arpa boyu yol kat edemediler. Alzheimer, bundan 115 yıl önce keşfedildi ve hala daha ne tedavisi var ne de erken teşhisi. Kanser, MS ve onlarca hastalık de öyle değil mi? Günümüzde artık pek tedavi yok, hastalığı tedavi etmekten ziyade hastalığın şikayetlerini ortadan kaldırmakla meşguller. Örneğin; diyabet, yüksek tansiyon, romatizma gibi hastalıklarda ölene kadar ilaç kullandırıyorlar, ancak hastalık tedavi edilmiyor. Yani, günü kurtarmak var. Uzun vadede kullanılan ilaçlar değişik organ rahatsızlıklarını da beraberinde getiriyor.

Bugün neredeyse tükettiğiniz hiçbir gıdada doğallık kalmadı. Mühendislik, satılan ürünlerin raf ömrünü ve tazeliğini koruyabilmek adına yüzlerce çeşit katkı maddeleri, pH dengeleyiciler, emülgatörler, sentetik vitaminler, sentetik antioksidanlar geliştirdiler. Kapalı poşetler içerisinde raf ömrü uzun ürünleri sunmaya başladılar. Neticede bu katkı maddelerinden insanlar zarar gördü. Dolayısıyla burada bilimin mutlak surette ilime saygılı olması lazım. Konuşmalarımda, yazılarımda ve TV programlarımda Yüce Kitaptan örnekler veririm. Yüce Allah diyor ki “içinizde öyle insanlar vardır ki, ilim sahibi olmadan benimle mücadeleye kalkarlar.” diyor. Mealen; “İlimi (yaradılışın kuralarını) öğrenmeden, ona saygı duymadan sahip oldukları bilim ile her şeyi çözeceklerini, ilerleyeceklerini zannedenler; Benimle mücadeleye kalkışanlardır”. Ben teknolojiye ve bilime karşı değilim, ancak teknoloji veya bilim ilime ters düşüyorsa insanlığın kendine çevirdiği silahtır. Neticede bugün bilim birçok yönüyle insanlığın düşmanı haline gelmiştir.

Çağımızda insan daha çok çalışmaya başladı. Dedelerimiz günde 6-7 saat çalışırlardı ve 10-15 nüfusa bakarlardı, huzur, bereket, eğlence vardı. Günümüzde ise, bütün aile bireyleri çalışıyor zaman da para da yetmiyor ve huzur da yok. Anadolu’nun köylerinden kalkıp büyük şehirlere geldiler, bu önceden tam tersiydi. Anadolu’nun imkanları Türkiye’den kat ve kat büyüktür. Anadolu Toprakları milletimize sunulmuş en büyük nimettir. Öyle nimetler var ki Anadolu’da bunların kıymetini bilemedik biz daha. Size bir kitabın ön sözünü okuyacağım. 1950’li yıllarda bir İngiliz biyolog Davis, Anadolu’yu karış karış geziyor ve 8 ciltlik bir kitap yazıyor. Flora of Turkey (Türkiye Florası) diye ve tamamı Anadolu bitki örtüsü üzerine. Kitabında, Anadolu Topraklarının ne kadar farklı olduğunu özelliklerini maddeler halinde yazmış. Madde 6 da şöyle yazıyor; “Anadolu topraklarında yetişen bitkiler ekonomik ve ticari olarak çok büyük bir potansiyele sahiptir.” İngiliz biyolog 50’li yıllarda yazmış ve bizim bilim adamlarımıza bakın onlara göre bunlar “çer çöptür, kocakarı ilaçlarıdır”, bu konuda konuşanlar da şarlatandır diyorlar. Tıp doktorumuz Prof. Dr. Ziya ÖZEL için 92’li yıllarda çıkıp “zakkumcu Ziya” lakabını takmadılar mı?

95’li yıllarda bir TV programında, prostatite karşı brokolinin nasıl bir güce sahip olduğunu anlatırken, karşımdaki tıp doktoru, “iyi bir yemek tarifi verdiniz.” diyerek tepki gösterdi. Türkiye’deki bilim adamlarıyla bu konuyu tartışamayacağımı anladım. Doğru yolda olduğumu kanıtlama adına harekete geçtim; İnternet üzerinden, Amerika’da St. John Üniversitesi’nde Prostatitis Discussion Forumunda bilim adamlarıyla (özellikle Prof. Dr. Daniel Shoskes ile) brokolinin prostatit şikayetleri üzerine olan olumlu etkilerini tartışmaya başladım. Bu tartışma formu tüm dünyaya açık olup, prostatit şikayeti olanlar yeni bir gelişme var mı diye bu siteyi sık sık ziyaret ederler. Okuyan prostatit hastaları brokoli kürünü uygulamaya başlıyor. Zaman geçtikçe kişiler mail atmaya başladılar; “seven days experience (yedi günlük tecrübem), prostatitim ile ilgili tüm sıkıntılarım büyük oranda geçti” gibi buna benzer birçok mail gelmeye başladı. Aradan bir ay geçtikten sonra Amerika’nın en büyük prostat vakfı, “biz bunu web sitemizde yayınlayabilir miyiz?” diye sorduğunda, onay verdim. Türkiye’de yemek tarifi, Amerika’da tedavi. “broccoli treatment=brokoli tedavisi” dedi. Bu siteye ulaşmak isteyen okuyucu olursa, Google arama motoruna “ Saracoglu broccoli” diye sorduğunda siteyi bulabilir.

Hayatım boyunca akıntıya karşı kürek çektim. Akıntıya kaptırmadım kendimi. Genelin fikrine, görüşüne saygı duydum ancak, genelin fikrine kapılıp gitmedim. Kısaca, güdülmedim, kendimi güttürmedim, kendi yolumu hep kendim belirledim. Bu konuda ki, ısrarcılığım, dayanma gücüm ve yolumdan ayrılmadan ilerleyebilmem, Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’deki ilime sıkı sıkıya bağlı olmamdan kaynaklanır. Yüce Kitap 16. Nahl Suresinin 9. Ayetinde şöyle diyor; “Bu Kitap’da Ben size doğru yolu gösterdim, ancak yolun eğrisi de vardır.” 5. Maide Suresinin 105. Ayetinde Allah şöyle yol gösteriyor; “Ey imân edenler! Kendinize sahip çıkın. Siz doğru yolda iseniz, yoldan sapan size zarar veremez.” İşte, hep bu inanç ve imanla yoluma devam ettim.

Piyasada insanların güvenini sarsan şifa dağıttığını iddia eden pek çok ürün varken insanlar Saraçoğlu markasına neden bu kadar güveniyor?
2000’li yıllarda ben Türkiye’ye dönüş yaptım. Biliyordum ki programlara bilim adamlarıyla çıkmamam lazım. Çünkü bilgiyi aktaramayacağım. Böyle olunca halka halkın anlayacağı şekilde bilimle değil ilimle anlattım. Dedim ki her iki kadından birisinin memesinde fibrokist vardır. Bu mens öncesi (adet öncesi) ağrı yapmaya başlar, sertlik verir, hassasiyet kazanır. Bunu yok etmek istiyorsanız 200 gram brokoliyi yaklaşık 300 mL suda, 5 dakika kaynatıp suyunu içeceksiniz, günde 2 kez bir ay boyunca. Şimdi bunun gibi yüzlerce kürü 1997’den itibaren anlatmaya başladım. Şimdi insanlar bunları uyguluyor ve şifa buluyorlar sonuç alıyorlar. İnsanların Saraçoğlu markasına güvenmesinin sebebi budur.

Çalışmalarınızda bitkilerden mi yoksa rahatsızlıklardan mı yola çıkıyorsunuz?
Ben bilgiyi hiçbir zaman saklamadım, milletimize anlattım. Örneğin; ellerinde oluşan egzaması 20 yıldır tedavi edilememiş bir kadın, egzamadan dolayı ellerimi suya değdiremiyorum diyor. Oysa ki bunun kürü var; dut kurusuyla. Bunun gibi onlarca kür… Ben çıkıp televizyonda bir şey satmıyorum. Zaten 1996 – 2007 yılları arasında herhangi bir şey satmadım, sürekli bilgi verdim. Ancak insanlardan şu şekilde geri bildirim aldım; “hocam senin o kürünü uyguladım ama faydasını görmedim” nereden aldığımı sorunca “aktardan” cevabını aldım, bir de ben sana göndereyim dedim. 15-20 gün sonra kişi dua ederek geri döndü.

Çok sevdiğim bir örnektir, portakalı düşünün, yafa portakalı, kan portakalı, vaşington, valencia, Finike, çandır portakalı var, ancak vitiligoya karşı Yafa portakalının kabuğu etkilidir. Mesela siz burada vatandaşa yafa portakalının kabuğunu al dediğinizde ona Çandır ya da vaşington portakalının kabuğunu verirseniz olmaz. Demek ki doğru bitki ve doğru türü bulmak şart

Neticede dedik ki bu işe yardımcı olalım, bu ürünleri insanların hizmetine sunalım.

Kürlerinizin taklit edilmesine karşı önlemler alıyor musunuz?
Kürlerin taklidi; burada maalesef fikri sınai haklar yasamız bizim biraz zayıf. Bu yasanın değiştirilmesi lazım. Bu kürü 21 gün uygulayacaksınız diyorum bunu birebir alıyor. 21 gün yerine 3 hafta yazıyor. Diyoruz ki bak çalıntı yaptınız diyoruz. Ancak fikri ve sınai haklar birebir olmadığı gerekçesiyle intihal değildir diyor.

İnsanlık bilimle çıktığı ikinci dünya savasından sonra “ben her şeyi yaparım, her şeyi üretirim, her şeyi geliştirebilirim” dedi 2000’li yıllardan sonra burnunun üzerine düştü yani tekrar doğaya kaçış, doğaya dönüş, doğal olanı arama başladı. Örneğin, organik tarım vs. tamam organik tarımda hormon yok, zirai ilaç yok, gübre yok, ama siz tohumu soracaksınız çünkü tohum değiştirildi. Tohum doğal değil.

Bugün tükettiğiniz domates kesiyorsunuz, şeffaf renksiz bir su veriyor. Demek ki içeriği eksik. Damak tadı farklı, gözle baktığınızda rengi kırmızı olmayan suyunu veriyor. İçeriğindeki vitaminler, mineraller eksik, özellikle insanı hastalıklara karşı koruyan ve önleyen segonder metabolitler hem eksik, hem değişik karakterli hem de zararlı olabiliyor. Onun için insanlara çöp yediriyorsunuz dediğimde bana kızıyorlar. Biz doğru bildiğimizi söylemekten asla geri durmayız. Burada o yüce ayeti tekrar zikredeceğim. “ilim sahibi olmadan benimle mücadele ederler” diyor ya siz tohumun hakkındaki bilginizle ilim sahibi değilsiniz. Allah, ilahi bir programla genetik yapısını kodlamış, siz buna müdahale ederek onun verimini yüzde 60-70 daha fazla artırarak yüzde 95’e getiriyorsunuz, şimdi düşünün biyolojinin sakınım prensibidir hem verimliliği hem de içindeki maddeleri aynı oranda artıracaksınız. Bir özelliği artırdığınızda bir başka özelliği azaltmış olursunuz. O sebeple insanlar çöp yiyor. Yani, eksik içerikli sebze meyve tüketiyor.

Doğal gıdalara doğal tohumlara ulaşamadıkları için hastalıklara karşı dirençsiz oluyorlar. Kanser artmış durumda. Adı sanı duyulmayan MS ki, kadınlar arasında çok artmış durumda işte bunun gibi hastalıklarda artış gösteriyor.

Güya araştırma yapılıyor, domates günümüzde en yoğun araştırılan bir sebzedir. İçeriğinde en az 10.000 bin farklı aktif madde var. Bugün için bunun sadece %3’ünü ancak tanıyoruz.

Doğaya döndünüz ama doğal olanı da şimdi bulamıyorsunuz.

Bir elma, bir domates alıyorsunuz ertesi gün çürümeye başlıyor. Salatalık, buruşmaya başlıyor. Mesela domates, kabak, patlıcan normalde kurur şimdikiler kurumuyor çürüyor. Her şeyden önce içerisindeki mineralleri ve vitaminleri eksik. Çünkü mineraller ve vitaminler çürümeye karşı en iyi koruyucudur. Tohum, insan eliyle yapılmış hibrid olduğu için biyolojik sakınım prensibine ters düşmektedir. Bu nedenle bitki protein, yağ ve karbohidrat sentezlemesini tam yapamadığından, enzimleri tam çalışamıyor ve tüketildiklerinde bağışıklık sisteminiz de yeterli düzeyde güçlenemiyor.

Rusya’dan kaçan Köppen ve Geiger adlı iki meteoroloji uzmanı var. Bu meteorologlar, dünyanın yağış alan alanlarını içeren “Köppen – Geiger Haritaları” adlı haritaları çıkartıyorlar. Orada şu nokta dikkatinizi çekecektir; Dünya’daki yegane kara parçası Anadolu topraklarıdır ki yedi farklı iklim yer alır. Siz şimdi Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu diye coğrafik olarak ayırmışız ya öyle değil. Bugün mesela siz Iğdır’da muhteşem bir Akdeniz iklimini görüyorsunuz. Oraya özgü bir Iğdır kayısısı, Diyarbakır’ın karpuzu, İspir’in fasulyesi, Safranbolu’nun safranı, Hatay’ın zahteri, Tosya’nın pirinci var bunun gibi binlerce ürün var. Bu neyi gösterir; Anadolu’nun tamamı genetik kaynaktır. Tüm dünyaya hizmet verecek GEN Bankasıdır. O gen kaynaklarını kurutursanız bir daha üretemezsiniz. İşte Anadolu’nun bu imkânı Allah’ın bize bir lütfudur. Anadolu dünyanın en zengin bölgesidir. Türkiye’nin imkânlarının kat ve kat üzerindedir. Yeter ki biz gözümüzü açıp, doğru projelerle Anadolu tarımının üzerine gidelim. Anadolu’dan istifade edebileceğimiz bitkisel tedavide, modern tıpta öyle bitkilerimiz var ki, bizim genetik kodda kaynaklarımız var ki, tüm dünyayı beslersiniz. Ama Türkiye bunun farkında değil inşallah evlatlarımıza bunu anlatacağız, topluma bunu televizyonlarda ben anlatmaya başladım.

Anadolu’nun 7 iklim bölgesi, her iklim bölgesi içerisinde en az 70 beldesi (vadisi), her beldesinin içerisinde de en az 70 tane farklı genetik kaynağı, her genetik kaynağın çevresinde beldeye bağlı olarak 70 farklı biyolojik çeşitlilik var. Her beldenin 70 farklı biyolojik çeşitliliğinin içerisinde 70 farklı tür var. Farklı beldelerde yetişen aynı bir bitkinin kimyasal olarak içeriği havanın nemine, sıcaklığına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Bölge ve belde çarpımlarını hesapladığınız zaman, Anadolu Topraklarının dünyada örneği bulunmayan zenginliği ortaya çıkmaktadır. Allah’ım, bu zenginliği ve çeşitliliği Anadolu’ya ihsan ettin, Sana sonsuz şükürler olsun, milletimizi nasip ettiğin bu zenginliğin farkına vardır ve onları tohumlarında emin kıl, kılmayı nasip eyle, ihsan eyle, müyesser eyle. Amin!

Evinize gittiğinizde, 21. Enbiya suresinin 13. Ayetini okuyunuz, bakınız Allah ne diyor: “Terk etmeyin, kaçıp gitmeyin, size nimet verdiğimiz yurtlarınıza dönün. Verdiğimiz o nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” Ankara, İstanbul, İzmir, Adana doldu… Ne için geldi İstanbul’a orda mendil satıyor başka bir şey satıyor, stresli bir hayat. Sabahın altısında minibüs bekliyor, sigortası yok karın tokluğuna çalışıyor. Anadolu’nun verimli topraklarının evlatları neden büyük şehirlerin boş cazibesine kapılıp ata-ocağınızı terk ediyorsunuz. Halbuki, huzur, sekinet, esas zenginlik sizin terk edip geldiğiniz yurtlarınızda.

Özellikle ABD’de bitkisel tedavi ürünlerinde ürünün kullanım amacı ambalaj üzerinde yer alabiliyorken ülkemizde yasak olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun da zamana ihtiyacı var bunun da mücadelesini veriyoruz. Bir dönem şarlatan diyen zihniyete şimdi “Bitkisel Tedavi” dersleri, konferansları ve kursları veriyorum. Onun için sabırlı olacaksınız, hoşgörülü olacaksınız, rakip tanımayacaksınız. Benim rakibim yok ben kimseyi kendime rakip görmem. Kendim, kendimin rakibidir o da benim itici gücümdür.

Bizim bir an önce ve en hızlı bir şekilde bitkilerimizi, sadece genotip, fenotip olarak değil, bulunduğu beldenin biyolojik çeşitliliği içerisinde Kimyasaltaksonomik özelliklerini kayıt altına alarak tescil (patent) yapmamız gerekir. Aksi takdirde ileride doğabilecek hak arayışında uluslararası tahkim yoluna gitmek zorunda kalırız. Bu da yıllarca sürecek zaman ve para kaybı demektir.

Bitkisel kürlerin tescille korunması ne gibi avantajlar sağlıyor?
Tek sebebi şudur kimse sahip çıkmasın diye. Yarın bir gün yurt dışında birisi bir şey yapmaya kalkarsa biz bunu çok önceden patentlemişiz demek için yapıyoruz, herhangi bir ticari amacımız yok. Bu benim ülkemin milli değeridir. Anadolu’da bir laf vardır. “Boş duran eşeğe, semer vuran çok olur.” Siz sahip çıkmaz iseniz, sahip çıkarlar. Her yıl yüzlerce bilim adamı Anadolu’yu karış karış dolaşıyor, bitki örnekleri ve tohumlarını topluyor. Ülkelerine götürüyor, yetiştiriyor ve tescilliyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, götürdükleri bitkilerin menşe-i şahadetnamesinin (geldiği ülkenin kaynağı) Anadolu Toprakları olduğunu kanıtlayabilecek bilgi ve ilime sahibiz.

Share